“(Bu, öyle) büyük bir kitaptır ki, bununla korkutasın diye ve mü’minlere bir mevize (öğüt) olmak üzere sana indirilmişti. Artık bundan (sen onu duyururken kâfirlerin yalanlayacaklarından) dolayı senin göğsünde (kalbinde) sakın bir sıkıntı olmasın.” (A‘râf Sûresi:2)
Kur’ân-ı Kerîm büyük bir kitaptır. Büyüklüğü ancak Allâh-u Te‘âlâ’nın ölçüleri ile bilinir. Mahlûkatın ölçüleri onun büyüklüğünü bildiremez.
Cenab-ı Hak (Celle ve Alâ) Hazretleri bu âyet-i celîlesinde bu kitabın kendisi tarafından Habîbine indirilmiş son derece büyük bir kitap olduğunu beyan ettikten sonra Habîbine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hitâben: ”Ya Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu kitabın hükümlerini insanlara tebliğ ettiğinde sakın senin kalbinde insanlar kabul etmezler, karşı gelirleri feryad ederler diye bir zorluk, bir sıkıntı olmasın” buyuruyor.
Âyetimizde geçen (Haracun) kelimesi “şüphe” anlamındadır. Ayrıca ”zorluk” manasında da kullanılır. Zira insan şüphelendi mi, zorlanır. Allah, cümlemizin kalbini Kur’ân-ı Azîmüşşân ile ferahlanan, onu okuyunca huzur duyan, rahatlık duyan, sevinç duyan kalplerden eylesin.
İnsan, kâinatı yoktan var eden, kullarına anlarından babalarından çok acıyan Allâh-u Te‘âlâ’nın kitabından zorluk duyarsa, başka zorluk duymadığı hiçbir şey kalmaz. Eğer insan, Allâh-u Te‘âlâ Hazretlerini hakkıyla bilse ve bildiği gibi inansa ve ona teslim olsa; ne çetinlik kalır, ne darlık kalır, ne de bir güçlük kalır.
Kalplerin darlanmaması, hatta huzura kavuşması için zikrullâha çok devam etmek lazımdır.
Şu ayeti kerime bu mânâya işaret etmektedir:
”Öyle kimseler ki Allah’ iman ettiler ve Allah’ın zikri ile kalpleri mutmain oluyor, (işte bunlar Allah Te‘âlâ’ya yönelenlerdir. Allah Te‘âlâ Hazretlerine yönelmek evvela iman, sonra zikrullâha devam etmek iledir). Agâh olunuz (biliniz) ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur (sükûnet bulur).” (Ra‘d Sûresi:28)
İnsanla Cenâb-ı Hak arasında hiç münasebet yoktur. Toprakla Rab arasında ne münasebet olabilir. Yalnız, zikreden insan zikrettikçe Mevlâ ile arasında bir münasebet, bir alâka hâsıl oluyor. O münasebet ve alâkadan sevgi doğuyor. Münasebet arttıkça sevgi de artıyor. Ne zaman ki, sevgi zikredeni kaplıyor işte bu kişi kemal derecesine yükseliyor. İtmi‘nan (kalbin huzura kavuşması) hâsıl oluyor…[1]
(…)
İslamın emrettiği, müsaade ettiği her iş şereflidir. Neüzübillah kumar oynayan şerefli değildir, rezalet sahibidir. Keza gıybet etmek, söz taşımak, yalan söylemek, fesatlık koparmak için gezmek… Bunlar şerefi olmayan işlerdir. Şerefli iş; Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek, öğretmek, emri ile amel etmek, ihlâsı kazanmak ve kazandırmak, iyi niyet etmek ve ettirmektir. Böyle böyle ta ki zikri kalbe yerleştirinceye kadar çalışmalıdır.
Mevla Te‘âlâ’dan yardım istemekte Yüce Allah’ı unutmamak vardır. Unutmamak meselesi var ya çok büyük meseledir. Şu âyet-i kerîmede Mevlâ Te‘âlâ kendisini unutanlar için:
“…Allah’ı unuttular. Allah (Celle Celaluhû) da onları unuttu…” (Tevbe Sûresi:67’den.)
Bir şey ki Mevlâ’nın bizi unutmasına (unutma muamelesi yapmasına) vesile oluyor, ondan daha kötü bir şey yoktur. Mevla Te‘âlâ’nın bizi unutması, rahmetinden ve fazl-ı kereminden taksim ederken bizi mahrum etmesi, bize vermemesi demektir. İşte Allah’ı unutmamanın ilacı ise bu âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere: “Beni zikredin, ben de sizi zikredeyim…” (Bakara Sûresi:152’den.) âyet-i celîlesidir.
Her ibâdette, her işte huzur-u kalp lazımdır. Kimden yardım istediğini, kimi zikrettiğini, kime şükrettiğini, kim için kıyamda durduğunu, kime eğildiğini, kime secde ettiğini bilmek lâzımdır. Mevla Te‘âlâ Hazretleri:
“Beni hatırlamak için namaz kıl” (Tâhâ Sûresi:14’ten) buyuruyor. Her ibâdette emir böyledir. Şu âyet-i kerîmede de:
“Ey iman etmiş olanlar! Allah’ı çokça zikretmekle zikredin. Ve O’na sabah akşam tesbihte bulunun.” (Azhâb Sûresi:41) buyuruyor.
Şimdi zikrullâhın her an lâzım olduğunu şöyle anlayalım. Güneş doğduğu vakitte her yeri aydınlatır. Ancak kapısı, penceresi kapalı olan evlerin içerisine girmez. Buna sebep güneş midir yoksa evin sahibi mi? Işınlar kapıya kadar gelmeseydi güneş suçlu derdik. Fakat güneşin ışınları evin önüne gelmiştir. Kapılar, pencereler açıksa güneş, oralardan eve girecektir. Güneşin mevsimlere göre doğma ve batma arasındaki aydınlatma saatleri bellidir. Ama Allâh-u Te‘âlâ Hazretlerinin feyzinin doğma ve batması yoktur.
O, daimi tulû hâlinde (parlamakta)dır. Sakarya nehrinin bir an kesildiğini bilen var mı? Fırat, Nil nehrinin bir an kesildiğini bilen var mı? İşte onların suyunu devamlı akıtan Mevla Te‘âlâ ve Tekaddes Hazretleri bize de feyzini devamlı akıtmaktadır. Devam eden bu feyizden kulun istifade edebilmesi için kalbini açık tutması lâzımdır. Göğsümüzün sol tarafında bulunan kalbimiz Rasûlullâh’ın buyurduğu üzere:
“Mü’minin kalbi Allah’ın evidir. Mü’minin kalbi Rahmân’ın arşıdır. Mü’minin kalbi Allâh’ın hazineleridir.”
Kalp, feyze ne ile açılır? Zikretmek ile hatırlamakla. Zikretmekle Mevla Te‘âlâ’nın feyzi giriyor, zikredilemediği vakit Mevlâ Te‘âlâ’nın feyzinden mahrum kalınıyor. Adalet-i ilâhiye böyledir. Allâh-u Te‘âlâ dileseydi o feyzi her durumda devamlı indirebilirdi. Ama kalbe feyzin gelmesini Allâh-u Te‘âlâ kula verdiği irade-i cüziyyeye bağladı. İşte bu nedenle de:
“Allah’ı çok zikretmekle zikredin(ki kalbiniz feyze açık olsun)” buyuruldu.
İnsan ne kadar çok zikrederse o kadar çok feyiz gelir. Bakınız! Dikkat ediniz! Rabbimiz önce O’nu çok zikretmemizi istiyor. O çok zikretmekle emrolunduğumuz Allah var ya! O, çok büyüktür. Rahmet yağdırıyor, sevgi yağdırıyor, nur yağdırıyor…[2]
Dipnotlar
[1] Mahmud Efendi Hazretleri, Sohbetler, c.1, s.33-35
[2] Mahmud Efendi Hazretleri, Sohbetler, Siraç Yayınevi, İstanbul, 2010, c.1, s.99-101.